Geç teşhis edildi

 

Büyük devrimci Atatürk, ölümüne kadar hep çalıştı ve büyük işlere imza attı. Zaten ömrü, zorluklarla mücadele şeklinde geçti. Paraya değil davaya önem verdi. En büyük davası da Türkiye'ydi! Askerlik yaşamı da karargâhta değil, cephelerde geçti. Yaşamında kaybettiği bir mücadele olmadı. Bunu da 29 Ekim 1937 günü Fransız Büyükelçisi Henri Ponsot'a "Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem; yenilirsem bir dakika yaşayamam" (1) diyerek özetlemişti. En büyük hayali birgün dünya turuna çıkmaktı. O olmadı ama Türkiye'yi dünyanın en saygın ülkesi yaptı. Arkasından da Cumhuriyet devrimi gibi büyük bir miras bıraktı. Onu bu duygularla anıyoruz.

ataturk.jpg

Son büyük davası Hatay'dı

Atatürk, sağlığının bozulma pahasına son yıllarını büyük sıkıntıları aşmak ve davaları başarmaya adadı. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1929 ekonomik krizi, sanayileşme hamlesi, Sadabat ve Balkan Paktları, Lyon görüşmeleri, Montroux Antlaşması, Hatay Meselesi ve Dersim meselesi. Atatürk dünya savaşını görüyordu ve yakınlarına "En çok üç sene mühletimiz vardır. Ne yapacaksak bu dar müddetin içinde sıkıştırmaya bakmalıyız" (2) diyordu. Karaciğerindeki siroz onu yatağa düşürdüğü günlerde bile yoğun şekilde Hatay meselesiyle uğraştı. Ve bu tarihi davayı kazanarak gözlerini yumdu.

İnönü'yü görevden aldı

Atatürk son büyük davası olan Hatay meselesine 1936 yılında el attı. Zaten hastalığının da belirtileri bu yıl içinde gözükmüştü. 1921 yılında Fransızlarla yapılan antlaşma gereği ileriki tarihe ertelenen Hatay meselesini gündeme getirdi ve bunu bastırarak halletmek için dönemin Başbakanı İsmet İnönü'yü buna iknâ etti. İnönü, Fransızlarla savaşa tutuşuruz diyerek işi ağırdan alıyordu. Atatürk ise Hitler baskısı nedeniyle Fransa'nın başını kaşıyacak hali olmadığını ve bunu hal etmenin tam zamanı olduğunu ileri sürdü. Kamuoyu oluşturmak için gazetelerde başmakaleler kaleme aldı, dikte ettirdi. İşlerin yavaş gittiği günlerde ise en yakın arkadaşı İnönü'yü görevden alarak, 20 Eylül 1937 günü Celâl Bayar'ı göreve getirdi ve onunla işleri hızlandırdı. Bu davayı 1938'de kazandık. Hatay müstakil devlet oldu. 29 Haziran 1939 günü de Türkiye'ye katıldı.

Doktor getirilmesini istemedi

Atatürk, 24 Mayıs 1938 günü Mersin'de dört saat süren bir askeri geçit töreni düzenletti ve onu ayakta izledi. Ateşler içindeydi... Atatürk burada, Fransızlara 'Gireriz' mesajı verdi. Bu gezi süresince sirozlu hasta haliyle uzun yolculuğa çıkması ve aşırı sıcakta incelemelerde bulunması, hastalığının ilerlemesine neden olarak görüldü. Doktorları bu geziye kesin karşı çıkmışlardı. Atatürk, Hatay meselesine zarar verir diye hastalığının duyulmaması için özel çaba harcıyordu. Bu nedenle Fransa’dan doktor getirtilmesine bile karşı çıkmıştı. Hükümet ondan habersiz Fransız Prof. Dr. Fissenger'i getirtmişti. Atatürk'ü tedavi eden Fissenger, durumun ciddiyetini gizlememekle birlikte "Böyle gider vesayaya riayet ederse daha 7,8 sene yaşaması mümkündür" (3) demişti. Fissinger şu önemli saptamayı da yapmıştı: "Bu hastalığın sırf içkiden geldiği yolundaki düşünce doğru değildir. Benim Fas, Tunus ve Cezayir'den gelen birçok Müslüman hastalarım var ki, ömürlerinde ağızlarında herhangi ispirtolu bir içki koymuşlardır." (4) Ona göre bunlar dengesiz beslenme ve dinlenmeme...

Gerçeği söylemediler

Atatürk içki ve sigara içen bir insandı. Ancak asla aşırı içmezdi. Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak'a göre gece sofralarında "fazla bile denemeyecek miktarda içerdi." (5) Ayrıca sıkılganlığını gidermek ve düşünmesini kalaylaştırdığı için. Misafirlerine de çekinmesinler diye ikramda bulunurdu. Bundan önemlisi gündüz uyur gece çalışırdı. Hem de inanılmaz derecede çalışırdı. Aşırı derecede yorulur ve sağlığını önemsemezdi. İyi beslendiği de söylenemezdi. Rakısını bile kuru fasulye ve leblebiyle içerdi. En önemlisi de sıkı perhiz yapması, yapmadığı taktirde ciddi bir sıkıntıyla karşılaşacağı söylenmedi. Bir de yanlış ve geç teşhiste bulunulmuştu. Söylenseydi -milletini çok seven- Atatürk buna riayet ederdi. Bunu da Atatürk'ün sağlığı ve ölümü üzerine 2000 yılında doktora tezi hazırlayan ve daha sonra kitaplaştıran İzmirli Doç. Dr. Eren Akçiçek belirtiyor. Akçiçek bu konuda şu önemli saptamaları yapıyor:

Ölümü doktora tezi oldu

"İçki kullanmasının sebebi, zihninin çok yoğun ve hızlı çalışması ile kabızlığı ve sıkılganlığıdır. Karaciğer hastalığı teşhisi geç konulmuştu. O günlerde, günümüzdeki modern biyokimyasal analizler ve modern görüntüleme yöntemleri yoktu. Ancak, klinik olarak bir karaciğer hastalığının düşünülmesi gerekirdi. Uzun süre alkol kullanan bir kişide halsizlik, güçsüzlük, soğuğa direnç azalması, renginde değişiklik, nihayet kaşıntı ve burun kanamaları gibi karaciğer yetmezliği belirtilerine niçin dikkat edilmediğini anlamak mümkün değildir.

Tıbbın temel amacı, mevcut bilgi ve teknoloji içinde en kısa zamanda o kişinin hastalığını teşhis etmektir. Bir hastalığın çaresinin olmaması hatta ölümcül olması geç teşhis konulmasına hiçbir zaman bir mazeret olamaz. Bazı çevrelerde:

- Atatürk'ün hastalığı erken teşhis edilseydi, bir şey yapılacak mıydı?

- O gün karaciğer nakli mi vardı? gibi sorular, tıbbın bu temel prensiplerine ters düşmektedir.

Ne yapılabilirdi sorusuna şu cevap verilebilir: Atatürk gibi bilimi ön plana çıkarmış akıl ve mantık adamına hastalığı ve durumu anlatılıp ikna edilebilirdi. Atatürk "Siz, bir defa bana meseleyi olanca vuzuhu ile anlatın, beni tenvir edin, sonra muhakemesini, mantığını bana bırakın..., açık açık bileyim ki, iyi ve doğru düşüneyim" demiştir."

Yine Atatürk sözlerini saklamayıp, samimi olarak açık konuşanları çok severdi. Ayrıca hastalığının ilerlediği sırada İsmet İnönü'ye "İsmet bu benim hastalığım çok daha önce bütün ağırlığıyla bana anlatılsaydı, o zaman işin başında tam baştan önlemini alırdım. Bu noktaya getirmezdim. Bana yeterince anlatılmadı, gerçekler gizlendi" demiştir."

Atatürk'ün hastalığı erken teşhis edilseydi, kendisine hastalığı hakkında bilgi verilseydi, özellikle alkolün karaciğere etkisi anlatılsaydı; "Erken teşhis + alkol yasağı + düzenli beslenme + istirahat ." Yaşam kalitesini ve süresini uzatabilirdi. Son hastalığı karaciğer sirozu olup, geç teşhis edilmiştir." (6)

Karınca ısırması sanıldı

Akçiçek'in saptamalarına destek veren bir birgi de Genel Sekreter Soyak'ın anılarında var. Başlangıçta Atatürk'ün kaşıntı ve vücudundaki kızarıklıkların karıncadan olduğu tahmin edilerek Köşk ilaçlanır. Kızarıklıklara merhem sürülürdü. O günlerde bir de burun kanaması vardır. Soyak şöyle der: "Doktorların hepsi kaşıntı ve burun kanamalarını mücerret olarak ele alıyor, hiçbirisi bunların bir iç haslalığıyla alakalı olabileceği ihtimali üzerinde durmuyor, yahut -ne bileyim- duruyorlardı da bize ifade etmiyorlardı." (7)

Dr. Arar'ın ilginç saptamaları

Atatürk'ün doktorlarından Dr. Asım İsmail Arar, 10 Kasım 1953 günü Dünya gazetesinde Atatürk'ün ölümü hakkında uzun bir yazı kaleme alır. Ortaya çıkan ilk bulgular hakkında şu ilginç bilgileri paylaşır: "O akşam bu işin kötüye doğru gittiğine ve büyük bir ihtimalle bir karaciğer sirozu başlangıcı karşısında bulunduğumuza ve hatta bu hastalığın başlangıçtan da daha ileri olabileceğine hükmettim. Fikrimi o zaman icap edenlere açmış bulunduysam da Atütürk'ün yakınında bulunan selahiyetli kimseler, görünüşe nazaran böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylemiş olduklarından daha ileriye gidememek zorunda kalmıştım." Bu iddiaya Soyak, "Kimlere açmış bunu açıklamıyor" cevabını verir. (8)

İlk Belger saptadı

Prof. Dr. Neşet Ömer Belger, Atatürk'ü ilk kez Haziran 1937'de Yalova'da muayene eder. Karaciğer rahatsızlığına ilişkin bir bulguya rastlayamaz. Bundan 7-8 ay sonra (Şubat 1938) yaptığı ikinci bir muayenede ise karaciğer rahatsızlığına rastlar ve bunu Atatürk'e söyler. O güne kadar karaciğer rahatsızlığı bir defa bile bahsedilmemiş ve Atatürk bunu duyduğunda şaşırmış! Buna göre yapılan tedaviden ise iyi netice alınmış. Ancak bu daha sonra sürdürülmemiş. (9)

'Hastalığım durmuyor ilerliyor'

Atatürk, İsviçre'de tarih eğitimi görmekte olan manevi kızı Afet İnan'a, 14 Haziran 1938'de yazdığı mektupta "Vaziyetim Şudur: Bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalığım durmamış ilerlemiştir" şeklinde ifade kullanmıştır. Bu ifadeyle durumunu aslında en iyi özetler. Gerçekten de adeta hızla ölüme gitmektedir... İlginçtir bu ifade Türk Tarih Kurumu'nun 1981 ve 1989 yıllarında iki defa bastırdığı Prof. Dr. A. Afet İnan'ın 'Atatürk'ten Mektuplar' adlı kitabında "Bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle" kısmı çıkarılmış, "vaziyetim şudur: hastalık durmamış ilerlemiştir" olarak yer verilmiştir. (10)

'Kasımı göremem'

Atatürk'ün son gördüğü bayram 29 Ekim 1938 Cumhuriyet Bayramı'yı. Tıpkı 30 Ağustos törenleri gibi ona da katılamamanın üzüntüsü içindeydi. 5 Eylül günü de vasiyetini yazmıştı. 1937 yazında ise bütün malvarlığını Hazineye bağışlamıştı. Son günlerde ölüme gittiğini biliyordu. Karnında biriken sular operasyonlarla alınıyordu. Üç kez ağır komaya girdi. Son komadan çıkamadı. Baş ucunda bulunan manevi kızı havacı Sabiha Gökçen'e duygularını şöyle anlatır: "Bana gelecek bayramdan bahsetme. Hatta gelecek aydan da. Ekim ayını çıkarabilsem bile, Kasım ayını çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum!" (11)

Doktoru anılarını yazmadı

O büyük kalp, 10 Kasım günü 09.05 geçe durdu ve son sözleri, "Aleykûm selam" oldu. Otopsisi yapılmadı. 1923 yılından ölümüne kadar özel doktorluğunu yapan Ord. Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ise yazılı hatıra bırakmadı... Tıp tarihçisi Dr. Sırrı Akıncı, Dr. İrdelp için şunları söyler: "Atatürk'ün özel hekimi İrdelp, hastasının ölümünden sonra on yıl yaşadı. Bu sürede büyük insanı aramızdan alan hastalığın nasıl gidiş gösterdiğini laboratuar bulgularıyla birlikte derinliğine tanıtan bilimsel bir yapıt yazamaz mıydı? Ama ne gezer!.. Profesör yüzyılların az yetiştirebileceği eşsiz adamın karşısında sadece pratisyen bir hekim kimliğiyle kaldı." (12) Aynca son günlerinde Atatürk'ün ölüm döşeği etrafında birleşen ünlü klinik hekimlerinin, müştereken günlük bir müşahede tutmamaları da büyük bir kayıp olarak nitelendiriliyor.

Kaynaklar:

1) Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar, c.2, Yapı Kredi Bankası A.Ş. Yayınlan, İstanbul, 1973, s.608'den aktaran; ATABE, C. 30, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.69-70.

2) Soyak, s.751.

3) Soyak, s.729.

4) Soyak, s.745.

5) Soyak, s.731.

6) Dr. Eren Akçiçek, Atatürk'ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 2000, s.328-333.

7) Soyak, s.720.

8) Soyak, s.731-732.

9) Soyak, s.734-736.

10) Akçiçek, s.332.

11) Sabiha Gökçen, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Anıları Kaleme Alan: Oktay Verel, THK Yayınları, İstanbul, 1982, s. 419.

12) Akçiçek, s. 8-9.