Sömürgeciliğin savaş yöntemlerinden olan ''böl ve yönet'' kuralı günümüzde özellikle de ilerletme değil, yönetme ve kazanma arzusuyla dopdolu ihtiraslı yöneticilerin stratejilerini biraz değiştirdi. Adına ''seçim'' denilen ''cin fikir'' öylesine moda oldu ki, Batılı toplumların yaşamlarının başköşesine oturdu. Beyinlerinin içine yavaş yavaş nüfuz etti. Yönetme arzusundakiler, kuralı yeniden belirlenmiş oyunu oynarken artık yönetilenlerin de isteklerini göz önünde bulundurmak dışında yol göremediler. Çünkü karşılarında hiç de aptal ve beceriksiz olmayan, üstelik de tepki reflekslerinin ve kendi güçlerinin farkında olan bir insan yığını buluyorlardı. Bu yığının tepkisinden çekindikleri ölçüde kendilerine çeki düzen verdiler. Adaleti karşılarındaki yığının adalet duygusunun gelişmişliği oranında dağıttılar. Adaletin dağıtıldığı ölçüde insanlar hak ve doğru olan yollarla daha güzel yaşamanın yolunu buldular.

Demokrasi tohumlarının yeşermesi için hazırlanmamış, adaletin tadını tanımayan, yüzyıllar boyunca sömürülen, itilip kakılan toplumlar için demokrasi nasıl yenileceği bilinmeyen bal gibi tatlı bir meyve gibi. Bu meyvenin nasıl yenileceğini evde çocuklarına söz hakkı veren anne babalar öğretiyor önce. Öğrencilerinin isteklerine kulak veren, onları baskılamayan öğretmenler devam ediyor sonra da. Dilden dile, geçerken adı demokrasi oluyor. Çocuklar, öğrenciler anlamak istiyor demokrasinin ne olduğunu. Kim öğretiyor demokrasi denen bu meyvenin güzelliğini!

Üniversiteler mi? Peki üniversitelerde demokrasiyi anlatan öğretim üyeleri nasıl öğreniyorlar, rektörlerinden mi? Rektörlerin demokrasiyi bilip bilmediği nereden anlaşılıyor? Adil olup olmadığından mı?

Kupkuru lafları anlamaya çalışan bir öğrenci, bir gün arkadaşına şöyle cevap veriyor: Seçilmişin adaleti uyguladığı sisteme aslında demokrasi deniliyor. Seçilenin kendilerine oy vermeyeni de toplumun, ülkenin yararı adına kucakladığı sistemler olgunlaşmış sayılıyor.

Seçim olgunlaşmamış kurumlarda, bazen üniversitelerde, bazen dernek veya partilerde mutsuzluk, kavga, adam kayırmacılık getiriyor. Bal gibi tatlı bu meyveyi tutan parmaklar parmak yalıyor ama, üstleri başları yapış yapış kire bulaşıyor. Çünkü bu bal meyve parmakla değil, ancak sofranın karşısına uzanan çok uzun saplı kaşıklarla yeniyor, Bu kaşıkların nasıl kullanılacağını ancak uz görülü, adil ve vicdanlı yöneticiler biliyor ve öğretiyor.

Peki bu yöneticiler nasıl bulunmalı? En güzeli mi, en güçlüsü mü, en iyi konuşanı mı, en çok gülümseyeni mi? Hiçbirisi değil, sadece ve sadece bal gibi tatlı bu meyveyi üreteni, yani arı gibi çalışkan olanı. Yaşamla başlayan bembeyaz sayfasını kirletmeden yararlıca dolduranı. Bunu yaparken de kimsenin hakkını yemeden, severek, koruyarak, geliştirerek adilce, hep birlikteci ve balı paylaşarak yemeyi bileni. Seçenler ve seçilenler bunu becerebiliyor mu? Memleket hikâyelerine bakılırsa pek de değil. İnsanoğlu üretilen balı tartmıyor da, eşekarılarının heybetine kapılıveriyor. Sonra da bulaşan hastalıkla bal, bal-çık’ a dönüşüyor. Arıların yapışıp uçamadığı, bal yiyemediği, birbirini sokmak için kaynayıp durduğu kovanlar, uğuldayıp duruyor.

yel1.png