“Marmara Üniversitesi’nde 1980 yılının ilk günlerinde göreve başlamıştım. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde lisansüstü eğitim yapıyordum. Beni en çok etkileyen husus, İstanbul Üniversitesi’ndeki ideolojik bağnazlığa karşın,

Marmara’daki “demokratik ortam ve insancıl ilişkiler” olmuştu.

 

Sanıyorum bu durum, hem İİTİA’dan gelen bir kültürdü hem de Rektörümüz Sayın Orhan Oğuz’un liderlik tarzıyla ilgiliydi.

 

Asistanlık görevime “rekabet içinde geçen bir bilimsel sınavdan” sonra başladım. Hiç kimse bana, önceki üniversite müracaatlarımda olduğu gibi, “mezun olduğum liseyi” veya “yaşam biçimimi” sormamıştı.

 

Daha sonra benim İHL mezunu ve dindar biri olduğumu öğrendiklerinde, kürsü (şimdiki anabilim dalı) başkanının “Oh ne âlâ! Solcumuz, komünistimiz, ateistimiz vardı, bir de dincimiz oldu” dediği, dün gibi kulaklarımda.

 

Odalarımız ideolojik tavırlara göre bölünmemişti, gayreti ve düzgün duruşu ile tanıdığım Dr. Rüştü Bozkurt ile uzun yıllar aynı odayı paylaştım.

Bütün ideolojik ve siyasi düşünce farklılıklarına rağmen, üniversitede özlük haklarının engellendiği ve akademik çalışmalarının sabote edildiği bir kişiye rastlamadım. Belki, kadro yetersizliği nedeniyle akademik unvanı hak ettiği halde ataması gecikenler oluyordu ama bu daha çok merkezi idarenin kısıtlarından kaynaklanıyordu.

Hayat görüşü ve yaşam biçimi olarak hiç uyuşmadığımız halde, kendisine bağlı olduğum Sayın Ahmet Serpil hiçbir akademik terfi ve kadro atamasında bana engel çıkarmadı.

 

Her ortamda bana güvenle destek olan Anabilim Dalı Başkanımız Sayın Osman Yozgat, doçentlik sürecinde dünya görüşüm nedeniyle önyargılı davrananlarla “akademik değerlendirme ile kişisel değerlendirmelerin farklı olduğu”gerekçesiyle benden fazla mücadele etmişti.

 

Dışarıdan konferansa gelenler için de bir siyasi tercih ortaya konulmazdı. 1994 yılı belediye seçimlerinden önce, pek çok üniversite kapılarını kapatırken, “Ne söylüyor, ne projeleri var, dinlemek lazım” diyerek yeni bir ses olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a Marmara Üniversitesi, idarecisi, hocası ve öğrencisi ile kucak açmıştı.

 

Yanlış hatırlamıyorsam, 28 Şubat sürecinde, muhalif bir köşe yazarı olmasına rağmen, Sayın Gülay Göktürk’ün konferansı merakla dinlenmişti.

 

Bu genel değerlendirmemi en azından, üniversitenin çekirdeğini oluşturan ve bugünkü yöneticilerin de içinde yetiştiği İİBF için tereddütsüz söyleyebilirim.

 

Herkes düşüncesini rahatça yazabiliyor ve söyleyebiliyor, istediği gibi yaşıyor ancak akademik değerlendirmeye tabi tutuluyordu.

 

Kamuoyunun yakından tanıdığı Ali Bayramoğlu, Erol Katırcıoğlu, daha sonra ÖDP Genel Başkanlığı yapan Hayri Kozanoğlu ve daha birçok isimle, yıllarca bir arada çalıştık.

 

12 Eylül’den sonra TBMM kapatılınca, siyasi parti ayrımı yapılmaksızın, Adalet Partili eski bakan Hayrettin Erkmen, CHP’li eski bakanlardan Haluk Ülman ve Turan Güneş fakültemize öğretim görevlisi olarak gelmiş, onların tecrübe ve katkılarıyla kadromuz zenginleşmişti.

 

Hiç kimse “Onlar niye üniversiteye alındı?” tartışması yapmamıştı.

 

Yıllarca öğrettiğim, “Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası” dersini, 1402’lik diye bilinen öğretim üyelerinden Melih Hoca’dan (Tümer) devralmıştım.

 

Geriye dönüp baktığımda, üniversite olma ruhunu, Sayın Orhan Oğuz Hoca’dan sonra görev alan Sayın Hakkı Dursun Yıldız ve Ömer FarukBatırel’in de koruduğunu görüyorum.

 

28 Şubat’ın en zor günlerinde görev yapan Ömer Faruk Hoca, öğretim üyelerinin ve başörtülü öğrencilerin mağdur olmamaları için uzun müddet direndi.

 

Sonunda, zamanın YÖK Başkanı Kemal Gürüz, onu haksız ve hukuksuz bir şekilde görevinden aldı. Görevinden azledilmeyi göze alan Ömer Faruk Hoca, demokratlığından ve üniversiteyi özgür kılan ruhundan taviz vermemişti.

 

Şimdi, ikisi de hayatta olan Orhan Oğuz ve Ömer Faruk Batırel hocalar hayırla anılıyor, 28 Şubat’ta YÖK kararıyla atanan rektörün ismini, üniversite kataloguna bakmadan hatırlayan var mı?

 

Bütün bunları niçin yazdım, bilmiyorum. Galiba yaşlanıyorum, eskiler hatırıma geldi birden.

 

Bir de nedense, siyasetname kitaplarında sıkça yer alan ve yöneticilere “kendisinden öncekilerin bıraktığı iyi ve güzel işleri devam ettirmeleri ve kendilerinden sonrakilere kötü gelenek bırakmamaları” öğüdü aklıma takıldı, kaldı”.

 

Ömer Dinçer, Haber Türk 08,Mayıs 2017